‘Küreselleşme çok ağır dayak yedi’

‘Küreselleşme çok ağır dayak yedi’

12. Türkiye Enerji Zirvesi’nin ikinci gününde Kadir Has Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Öğretim Görevlisi Soli Özel tarafından ‘Dünya Enerji Politiği’ özel sunumu gerçekleştirildi.

Covid-19 ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, yeni bir şeyleri başlatmaktan çok zaten tohumları atılmış olan ya da zaten harekete geçmiş olan birtakım eğilimlerin daha belirginleşmesine, daha da güçlenmesine yol açtı. Bu durum önümüzdeki dönemin mimari planlarının hazır olduğu anlamına da gelmiyor. Şimdi bir bakalım, 1989’da Berlin Duvarı yıkıldı; fiili olarak soğuk savaş bitti, resmî olarak da Sovyetler Birliğinin yıkılması ve yerine 15 yeni devletin kurulmasıyla sona erdi. Soğuk savaşın sonunda, artık dünyada alternatif bir sistem yoktu. Yani demokratik kapitalizmin karşısında merkezi planlamayla yönetilen komünist bir rejim yoktu. Dolayısıyla alternatifsiz bir dünyaya geçiş yaptık. İki, tek kutupluluk anıydı. Bu da dünyada çok sık rastlanan bir durum değil. Amerika Birleşik Devletleri askerî açıdan, ekonomik açıdan, siyasi açıdan eline su dökülemeyecek kadar açık arayla dünyanın başta itici gücü idi ve dünyanın ne yöne gideceğini de neredeyse kendi başına belirleme imkânına ve gücüne sahipti. Bu dönemde Amerika’nın gücünün de etkisiyle, daha önceden başlamış olan ve bir piyasalaşma süreci olarak yaşanan küreselleşme, çok ciddi şekilde ivme kazandı. Yalnız daha önce özellikle soldan gelen eleştirilerin aksine, küreselleşmenin eğer ülkeler bazında kime yaradığını düşünecek olursanız, sisteme entegre olmayı beceren ülkeler sistemin içindeki yükselmiş ülkelerden çok daha fazla yarar sağladılar. Ama ülkelerin içinde nasıl yarar sağlandığına bakarsanız, ufak bir kesim sınıfsal olarak bundan çok yararlandı. Buna karşılık gelişmiş ülkelerin çalışan sınıfları, bu piyasalaşma şeklinde gerçekleşen küreselleşmeden ağır bir dayak yiyerek çıktılar. Bugün özellikle demokratik dünyadaki sağ popülist hareketlerin nereden çıktığını merak ediyorsanız, o zaman 1990’larda 2000’lerde yaşananlara bakmak gerekiyor. Gene aynı dönem, batılılaşmanın ya da batılılığın evrensel bir model olduğu düşüncesinin de yaygınlaştırıldığı bir dönemdi. Herkes batı gibi olacaktı. İşte bunun da teorik çerçevesini Japon asıllı Amerikalı siyaset bilimci Francis Fukuyama, 1989 tarihli makalesinde söylemişti. Söylediği de insanlık tarihi içinde artık insana en uygun ekonomik siyasi modeli aramanın gereği kalmadı çünkü o bulundu. Herkes liberal demokrat kapitalist olmayacaktı belki ama bundan öte de bir köy ona göre yoktu. Fukuyama’ya yazdıklarını yedirmek isteyen çok oldu her seferinde o da çıkıp neden haklı olduğunu yeniden açıkladı. Bu dönemde aslında Avrupa kendi çok şiddet dolu ve kanlı tarihinin artık bittiğini ve Avrupa Birliği’nin de şekillenmesiyle postmodern bir geleceğe doğru yelken açtığını düşündü ve bu tabii müthiş bir rehavet yarattı. Avrupa merkantilist yöntemlerle jeopolitik riskleri yok edebileceğine inanarak Rusya’yla bu kadar içli dışlı oldu. O rüya da 9 ay önce bitti.

Çin bu küreselleşme döneminden en çok fayda sağlayan ülke oldu. 1978-1979 yılında Çin komünist parti yönetiminde kapitalistleşmeye karar verdiğinde, dünyada yaşayan her 5 kişiden biri Çinliydi. Çin’in dünya ekonomisindeki payıysa yüzde 1 ila 1,5 arasındaydı. Bugün Çin’in dünya ekonomisindeki payı yüzde 19. Biliyorsunuz, İslam dünyasının en önemli sosyoloğu aslında İbni Haldun’dur ve İbni Haldun’un tarih anlayışı döngüsel bir tarih anlayışıdır. Bir türlü farklı aşamaya geçmezsiniz, tarih yeniden kendini tekrarlar. Dünya tarihi boyunca dünyanın en büyük ekonomisi zaten hep Çin olmuş. 1820 yılında, sanayi devriminden 30-40 yıl sonra bile, 1820 yılında Çin ekonomisi dünya ekonomisinin yüzde 32’si ediyor. Önümüzdeki 15 ila 20 yıl içinde dünya ekonomisinde Çin ve Hindistan muhtemelen 36 ila 45 arasında bir büyüklüğe sahip olacaklar. O bakımdan aslında çarkın döndüğünü görüyoruz. Rusya bu dönemde aşağılandığını düşündü, çok hınçlandı ve benim post-emperyal travma ediğim bir hastalıktan mustarip oldu. Bir imparatorluk kaybetmek çok zor iş. O imparatorluğu kaybetmenin hıncını, hırsını içinizden atabilmek çok zor bir iş ve ben bu Ukrayna savaşında bunun da etkili olduğunu sanıyorum. Son olarak da ABD 1990’lı yıllarda kendisini tek tüfek olarak gördü ve ihtiyatsız bir kendini kandırmayla beraber canının istediği her şeyi yapabileceğini düşündü. Çin aheste aheste gidip güç toplarken, ABD elindeki gücü, o gücün meşruiyetini ve bunun sayesinde elde etmiş olduğu prestiji biraz da hovardaca harcamış oldu.

GÜNÜMÜZDE KAPİTALİZMDEN BAŞKA BİR EKONOMİK DÜZEN ŞU ANDA GÖRÜLMÜYOR

Bugüne geldiğimizde, bir kapitalizmden başka bir ekonomik düzen şu anda görülmüyor. Bunun da iki versiyonu var. Birisi piyasaya bağlı olan, diğeri de devlet güdümünde olan. Birincisini Avrupa; Amerika temsil ediyor, ikincisi daha Çin’e bağlı, Asya ülkelerinin büyük bir kısmı da aslına bakarsanız daha devlet kapitalizmine yakınlar ama giderek daha fazla piyasacılar. Dünya hızla çok kutuplu hale geliyor. Fakat bu çok kutupluluktaki güç dağılımı eşit değil. Yani ne oluyor; Amerika ve Çin’in başını çektiği iki büyük kutup var. Bir de bunların yanı sıra coğrafi nedenlerle, büyüyen ekonomileri nedeniyle, stratejik önemleri nedeniyle ya da sahip oldukları doğal kaynaklar nedeniyle iki büyük gücün iradesine tabi olmayacak kadar güç üretebilen, kendilerine fazla bir şey empoze edilemeyen, kendileri millete başka bir şey empoze edemeyecek olsalar bile başka hesapları durdurabilecek olan yükselen ülkeler var. Hindistan’ı buna koyabilirsiniz, en azından bu dönem için Suudi Arabistan’ı koyabilirsiniz, Türkiye’yi, Brezilya’yı, güne Afrika’yı buna dahil edebilirsiniz.

KORUMACILIK VE YENİDEN İMALAT SANAYİNİN ÖNEM KAZANDIĞININ ALGILANDIĞI BİR DÖNEME GEÇTİK

Küreselleşme çok ağır dayak yedi. Bu COVID’le birlikte tedarik zincirleri meselesi, dünyanın ekonomik gündemine merkezi bir konumda oturdu ve giderek küreselleşme döneminin ideolojik söylemindeki, her şey serbest olsun, ticaret serbest olsun, sınırlar açılsın söylemleri yerini ve malın üretildiği önemli değildir dolayısıyla biz imalat sanayine önem vermesek de olur gibi bir Amerikan takıntısını yalanlayacak şekilde korumacılık ve yeniden imalat sanayinin önem kazandığının algılandığı bir döneme geçildi. Öyle de gidiyor ki iş jeopolitikle birleştiğinde, biz iki ayrı teknolojik evrende yaşıyor olacağız. Bir Çin’in merkezinde olduğu teknolojik evren, diğeri Amerika’nın merkezinde olduğu bir teknolojik evren. Çevre ve iklim faktörleri, toplumsal bir dalga olarak da önem kazanmaya başladı ve bu tedarik zincirlerinin kısaltılması derdiyle yerelde üretim yapmanın, mümkün olan en küçük bölgelerde üretimi örgütlemenin önemi de ön plana çıkmaya başladı. Bu dünya aynı zamanda yaklaşık 300 yıldır dünyanın gündemini belirleyen, değerlerini tanımlayan, dünyaya hükmetmiş olan batının da ister istemez ciddi şekilde güç kaybetmeye ama göreli olarak güç kaybetmeye başladığı bir dönem oluyor. İki büyük ülke bir zamanların, Rusya bu Ukrayna savaşıyla otoriter rejimlerin üstünlüğüne kanıt gibi gösterilen bilge liderlik imajından, başarısızlık simgesi haline gelen bir Putin’in önderliğinde kendi ayağına sıkmış bir ülke konumuna geldi. Amerika ise kaybettiği, kendi hataları nedeniyle özellikle Irak savaşı nedeniyle kaybettiği kendi hegemonyasını yeniden kurmaya çalışan, iç politikası hayli çalkantılı, demokrasiden uzaklaşan, dincilerin gündemiyle hareket eden bir büyük bir partiye sahip cumhuriyetçi parti, fakat son ara seçimlerin gösterdiği gibi liberal refleksleri güçlü bir ABD var.

Küreselleşme diyalektiği gelişmiş ülkelerde, özellikle Anglosaksonlarda imalat sanayi ya da sermayenin diğer bileşenlerinin önüne çıkarak kendi çıkarları da ön plana çıkmış oldu. Gelişmekte olan ülkelerde işçiler kazanan olurken, gelişmiş ülkelerdeki işçiler kaybedenlerdi. Geçtiğimiz şu son krize kadar, dünyada başta Çin olmak üzere yoksulluk seviyesinden orta sınıf seviyesine yüz milyonlarca insan geçti. Buna Türkiye de dahil. Sadece Çin’de 400-500 milyon insan bunu yaşadı. Şimdi bunların yeniden yoksulluğa kayma ihtimalleri bir sıkıntı yaratabiliyor ve biraz otoriter politikaları da açıklayacak olan faktörlerden birisi o. Çin sefaletten zenginliğe geçti.

Asimetrik çok kutuplu bir dünyadayız, iki büyük baş var; ABD ve Çin. Rusya bence bu savaşla, ABD ve Çin’e ben de varım ve eğer dünyanın düzeni yeniden şekillenecekse benim de fikrimi almadan bunu yapamazsınız demek istedi. Fakat bu savaştaki başarısızlıkları nedeniyle bana göre o şansını tümüyle kaybetti. NATO’nun genişlemesi iyi bir fikirdi ama düzgün uygulanmadı. O nedenle bence Rusların hegemonya hevesinin ve özellikle Avrupa’nın kendilerine ters bir çıkış yapmayacaklarına olan inançları, bu savaş kararının verilmesinde ağırlıklı olarak rol oynadı ve hesap tutmadı. Putin bence gerçekte var olan Ukrayna’ya değil, kendi kafasındaki Ukrayna’ya saldırdı. Batı destek veriyor ama şunu da görmesi gerekirdi; 2014’ten beri, Kırım ilhak edildiğinden beri İngilizler ve Amerikalılar zaten Ukrayna ordusunu eğitiyorlar ve yeniden yapılandırıyorlardı. Ben bunu bilmiyordum demek de bir lider için en kötü şeydir. Olan oldu ve biz bambaşka bir dünyaya doğru jeopolitik olarak yelken açtık.

SAVAŞI VE ETKİLERİNİ TÜRKİYE İYİ YÖNETTİ

Gelelim Türkiye’ye. Savaşın ekonomik etkileri tüm dünyada özellikle de enerji ve tahıl fiyatları özelinde hissedilecek. IMF de küresel büyüme tahminlerini düşürdü. Nev-i şahsına münhasır bir ekonomi politikası izleyen Türkiye’de bu rakamların katlanan etkisini yaşamak mümkün. Ankara son sekiz yılın dış politika rotasını değiştirerek içinde bulunduğu diplomatik yalnızlığı kırmaya çalışırken savaş başladı. Bu savaşı ve etkilerini Türkiye iyi yönetti. Dünyada da böyle değerlendirildi. En çarpıcı başarılar tahıl anlaşmaları, rehine değiş-tokuşu ve Putin’in devama ikna edilmesiydi. Şurada burada hata filan yapmış belki olabilir ama savaş başlayalı 9 aylık gibi bir süreç geçti. Türkiye’nin performansına baktığınız zaman, konumunu, o beğenilmeyen Montrö anlaşmasını filan çok iyi kullanarak bence bu krizin belirleyici aktörlerden birisi olmayı başardı. Barışı getirecek anlaşmanın da kurgusunu Türkiye yapabilir mi ondan emin değilim. O sanki bizim çapımızı aşar gibi gözüküyor ama baktığınız zaman tahıl anlaşması, rehinelerin değiş tokuşu, Putin’in tahıl koridoru anlaşmasını askıya aldıktan sonra Cumhurbaşkanının telefon konuşmasından sonra bundan vazgeçmesi, bütün bunlar hakikaten Türkiye’nin profilini çok yükselten ve somut olarak da kesinlikle başarı olarak değerlendirilmesi gereken gelişmelerdi.