Akdeniz ve Karadeniz’deki petrol ve gaz arama seferberliğinin, karaları da içine alacak şekilde genişletilmesi Türkiye’nin geleceği açısından çok önemlidir. Umarım Akdeniz’deki arama ve sondaj faaliyetleri Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki kıta sahanlığımızda başlar. Adam Smith’in “Ulusların Refahı” adlı kitabıyla serbest piyasa ekonomisinin teorik temellerini attığı 1776’da James Watt buhar makinesini icat etmişti. Buhar makinesinde kömür kullanımı demir […]
Akdeniz ve Karadeniz’deki petrol ve gaz arama seferberliğinin, karaları da içine alacak şekilde genişletilmesi Türkiye’nin geleceği açısından çok önemlidir. Umarım Akdeniz’deki arama ve sondaj faaliyetleri Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki kıta sahanlığımızda başlar.
Adam Smith’in “Ulusların Refahı” adlı kitabıyla serbest piyasa ekonomisinin teorik temellerini attığı 1776’da James Watt buhar makinesini icat etmişti. Buhar makinesinde kömür kullanımı demir sanayisini geliştirdi. Yaratılan bu sinerji görünmez elle birleşince sanayide makine devri başladı ve uluslararası ticari mübadele, uzmanlaşma ve kütlesel üretimin önü açıldı. Böylece sanayi devrimi ve ardından da tüketim ekonomisi devri başlamış oldu.
Tek başına belirleyici olmasa da, sanayi devriminden bu yana ülkelerin sosyal ve ekonomik kalkınmasında bol ve ucuz enerji kaynaklarının önemli bir rol oynadığı gerçektir. Sanayileşme treninin ilk vagonlarına atlayan batılı ülkeler, bir yandan sanayi ürünlerini satabilecek, öte yandan da sanayi üretimlerini artırmak için ucuz hammadde ve enerji kaynağı sağlayacak dış pazarlara gerek duymaktaydı. Sömürme yeri olarak göz dikilen birçok ülkede bu kaynaklar çoğunlukla yabancı sermaye egemenliği altına girdi. Yabancı sermaye için karlı bir pazar haline gelen bu ülkeler, ne teknik gelişmeyi ne de sanayileşmeyi başarabildi. Hatta ve hatta yerli enerji kaynaklarını ön planda tutmak yerine kendilerini ithal enerji bağımlısı yaptılar.
Acımasızca yapılmış bir genelleme oldu belki ama bence bugün de durum bundan çok farklı değil.
‘Pekiyi biz ne yapmışız?’ şeklinde bir soruya cevap verebilmek için iki konuya değinmek gerekiyor: Birincisi; Türkiye’nin birincil enerji kaynakları yönünden ne derece zengin veya fakir olduğu, ikincisi; bu kaynakların ne derece değerlendirildiğidir.
Ülke içindeki kaynakları kullanarak enerji üretmek o kaynakların aranmasını, bulunmasını ve geliştirilmesini gerektirir. Doğal kaynakların ülke toprakları içinde aranmasına çok geç başlanıldığı gibi, bulunan kaynakların geliştirilmesi ve bu kaynakların üretilmesi safhasına geçilmesinde de maalesef uzun bir süre ihmalkâr kaldık ve çok yavaş davrandık.
Türkiye’de keşfedilen ve kullanılmaya başlanan fosil bazlı ilk enerji kaynağı kömürdür. Taşkömürünün 1820’li yıllardaki keşif hikâyesini halen ilkokulda öğretiyorlar mı bilmiyorum ama belki keşiften sonra yıllarca bir şey yapılmadığını, Ereğli havzasının işletmeciliğe açıldıktan kısa bir süre sonra “Devlet ticaret yapmamalıdır” diyerek Galatalı Sarraflara kiraya verildiğini herhalde üniversitede öğretiyorlardır. Birinci Dünya Savaşı sırasında Zonguldak kömür havzasının yönetim, üretim ve dağıtımı Almanların elindeydi. Kurtuluş Savaşı yıllarında ise havza Fransızların askeri işgali altında bulunuyordu. 1930’lu yılların ortalarına kadar elektrik sektörü de Osmanlı döneminden kalma imtiyazlı şirketlerin kontrolünde yürütülmüştür.
Cumhuriyetin ilk yıllarında kömürde üretim atağı yapılmış ancak sonrasında kömür teknolojileri geliştirilemediği gibi yerli kömüre getirilen yasaklar, bir yandan ithalatın artmasına, diğer yandan da ülkemizde taşkömürü sektörünün ilerlemesine engel olmuştur. Linyit rezervlerimiz taşkömürü ile karşılaştırılamayacak kadar fazladır ancak taşkömüründen daha hazin bir hikâyesi var. Neredeyse 200 üniversiteye sahip bir ülkenin halen linyit rezervlerini en iyi şekilde değerlendirebilmek için gerekli teknolojileri geliştirememesi çok üzücü.
1923 yılında Türkiye elektrik üretiminin %99’u kömürden sağlanmıştır. 1960’lı yıllar hidrolik santraller devriydi. Daha 60’lı yıllar bitmeden yapımına başlanan petrol ürünleri beslemeli elektrik santrallerin devreye girmesiyle elektrik üretiminde petrol devri başladı. 1973/74 yıllarında, yani petrol krizi ve Kıbrıs Barış Harekâtı olduğu zaman Türkiye’de elektriğin yarısı petrolden üretiliyordu. Fakat hemen sonra hidroelektrik santrallere yönelindi. 1980’li yıllardan itibaren petrolün payı düşmeye ve neredeyse tamamı ithal edilen doğal gazın payı artmaya başladı. Aslında doğal gazın ağırlıkla hava kirliliği sorunuyla karşı karşıya kalan kentlerde kullanımı öngörülmekteydi. Ancak süreç böyle gelişmemiş ve doğal gaz ağırlıkla elektrik üretiminde kullanılmıştır. Sonuçta, çevre kaygıları ve temiz enerji sloganıyla yola çıkıp %99 ithalata bağımlı bir enerji kaynağına kendimizi teslim etmişiz. Meşhur “Petrol vardı da biz mi içtik?” sözünü hatırlarsınız. Bir şekilde ülkemizde petrol olmadığını ima eder. Ülkemiz, petrol kaynakları açısından varlıklı bir ülke olamamış ancak bu kıt kaynağın tüketiminde dünya ortalamalarından geri kalmamıştır. Halen yıllık petrol tüketimimizin %90’dan fazlası ithalat yoluyla karşılanmaktadır. Petrol ve gazda bu dışa bağımlılık ne yazık ki enerji faturamızı şişirmiş ve cari açığımızda son derece önemli bir kalem haline gelmiştir.
Türkiye’de doğru dürüst petrol ve gaz mı aradık? Ümidimiz mi yok, petrol ve gaz var da biz mi bulamıyoruz ya da bulmadık?
Cumhuriyetin kurulmasına kadar geçen süre içerisinde yabancılar tarafından ülkemizin çeşitli bölgelerinde petrol etüt ve tetkik çalışmaları gerçekleştirilmiş. Türkiye’de sondajla petrol arama ilk defa bir Alman-İngiliz firması tarafından 1890 yılında Hatay Çengen’de yapılmış olup, o zamanlar hiç bir ticari değeri olmayan doğalgaz emarelerine rastlanmış. Fakat yabancılar kendi topraklarımızda hep aramışlar, Kurtuluş Savaşı yıllarında bile. Sonrada bir bakmışız 5 Haziran 1926’da Irak ile sınırlarımızı belirleyen Ankara Anlaşması’ndan bir kaç ay sonra Irak’ın kuzeyinde dev Kerkük petrol sahası (Baba Gürgür) keşfedilmiş.
Belimizi doğrultunca biz de başlamışız aramaya. Batman Maymune boğazındaki (Raman-1) kuyuda 20 Nisan 1940 tarihinde bulunan petrol çok dikkat çektiğinden kuyu bizzat dönemin Başbakanı Refik Saydam tarafından ziyaret edilmişti. Raman ve sonradan Garzan sahalarının ardından Türkiye, Mobil ve Shell dahil yabancı şirketlerin dikkatini çekmeye başlamış. Yabancıların aramaları her nedense kısa sürede sonuç vermiş ve aralarında Şelmo dahil bir çok petrol sahası keşfedilmiş.
İçiniz karardı değil mi? Benim de.
Halen ülkemizdeki petrol sahalarının çoğunluğu Güneydoğu Anadolu bölgesinde İran, Irak ve Suriye sınırlarına yakın olan yerlerdedir. Bu bölgelerin dışında kalan sedimanter havzalar ve özellikle denizler hiç ya da yeteri kadar aranmamıştır.
Türkiye’de yeteri kadar petrol aranmadığının en basit örneklerinden birisi, açılan sondaj kuyularının yerini gösteren bugünkü haritayla 35-40 yıl öncesinin haritasını karşılaştırmaktır. Haritalar arasında pek büyük farklılık gözlemleyemezsiniz çünkü geçmiş sondajlar genelde aynı yerlerde yapılmış.
Ülkemizde eskiden ilkel metotlarla açılan kuyularda o zamanki şartlarda çok kereler petrol ve gaz emareleriyle karşılaşılmasına rağmen bu kuyular ekonomik ve verimli olmadığı gerekçeleriyle genelde terk edilmiştir. Ama bugünkü modern teknikler ve yöntemler uygulansa ve bugünkü piyasa koşulları ve beklentileri göz önüne alınsa acaba bu kuyulardan kaç tanesi terk edilirdi?
Türkiye topraklarında şimdiye kalan yapılan sondajların ortalama metrajı 2000 metredir. Şüphesiz derinlik seviyesi ülkeden ülkeye, sahaya, saha yapısına, arazi şartlarına vs. gibi etmenlere göre farklılıklar gösterir ama şu bir gerçek ki Türkiye’de açılan kuyuların ortalama derinliği uluslararası standartların altındadır.
Bugüne kadar ülkemiz kara alanlarının yüzde 20’si ve üç tarafı denizlerle çevrili olmasına rağmen deniz alanlarının da yüzde 1’lik kısmında sismik aramalar ve sondaj çalışmalar yapılmış. Bunun jeolojiyle falan da ilgisi yok. Türkiye’nin jeolojisini yeterince tanımadığımızı da kabul edelim artık.
Denizlerde yaptığımız aramaların ne kadar makul düzeyde olup olmadığı hakkında basit bir örnek vereyim. Avrupa Birliği Komisyonu için hazırlanan bir rapora koyduğum haritaya Malta Dışişleri Bakanlığı tepki göstermişti. Neymiş efendim, haritada Malta gözükmüyormuş. Nazikçe özür dileyerek o ölçekli bir haritada doğal olarak görülmeyen Malta’nın yerini haritaya bir nokta koyarak belirtmek zoruna kaldım. Haritada bir nokta büyüklüğünde bile olmayan Malta adasını çevreleyen sularda bugüne kadar 13 sondaj yapılmış. Pekiyi, uzaydan bile gözüken Akdeniz’deki sularımızda biz kaç arama sondajı yapmışız? 13! Karadeniz, Ege ve Marmara’yı söylemeyeyim moraliniz bozulmasın.
Bahane üretmeyi bırakalım. Piyasa koşulları vs. gibi nedenlerin arama faaliyetlerine engel teşkil ettiğine inanmıyorum. Yeterli kaynak yok söylemine de katılmıyorum. 2016’da 4,5 milyar dolar dış yardım veren bir ülkenin, derin denizlerde bir sondaj yapmak için gereken 100 milyon dolar civarında bir harcamadan kaçınmasını ben şahsen bir lüks olarak görüyorum.
Enerji Bakanımız Berat Albayrak’ın, Türkiye’nin enerji yol haritasını belirleyecek ‘Milli Enerji ve Maden Politikası’ tanıtım programındaki açıklamalarını okurken kanımdaki adrenalin seviyesi herhalde tavan yapmıştır. Bakan Albayrak, Türkiye’nin enerji ihtiyacının 3’te 2’sini yerli kaynaklardan sağlamayı hedeflendiğini, yerli kaynağımız varsa bunu sonuna kadar kullanmak zorunda olduğumuzu, Akdeniz’de ve Karadeniz’de iki gemimizle hiç durmadan sismik arama yapılacağını, her yıl Karadeniz’de iki, Akdeniz’de iki olmak üzere denizlerimizde aktif sondaj faaliyetlerinde bulunulacağını, Türkiye jeofizik ve jeokimya haritalarının yakında tamamlanacağından bahsetmiş. Ah, bir de MTA için sondaj metresi yerine sondaj adedi hedefini vermiş olsaydı.
Akdeniz ve Karadeniz’deki petrol ve gaz arama seferberliğinin, karaları da içine alacak şekilde genişletilmesi Türkiye’nin geleceği açısından çok önemlidir. Umarım Akdeniz’deki arama ve sondaj faaliyetleri Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki kıta sahanlığımızda başlar.
Cumhuriyet kurulduğu sırada fakir, yıkık, teknolojide geri kalmış, temelde tarıma dayanan, tam anlamıyla dışarıya bağımlı ve yarı sömürgeleşmiş bir koloni ekonomisi niteliğinde olan ülkemizin, sanayileşmiş çağdaş bir ekonomiye geçmesi büyük enerji kullanımını gerektirmekteydi. Bunun bilincinde olan Atatürk şöyle demişti: “Enerji sanayileşmenin ve kalkınmanın temel taşıdır.” Tüketilecek enerjinin mümkün mertebede yerli kaynaklardan üretilmesi gerektiğinin önemini de kavrayan Atatürk “Ülkemiz baştan sona hazinelerle doludur. Biz o hazineler üstünde aç kalmış insanlar gibiyiz. Hepimiz bütün bu hazineleri meydana çıkarmak, servet ve refahımızın kaynaklarını bulmak göreviyle yükümlüyüz” demekle yerli enerji kaynaklarını ortaya çıkarıp değerlendirmeyi bir görev olarak nitelemişti. Ne var ki bu söylem 1950’lere kadar yöneticilerimizin kulağında kalmış ama sonrasında unutulmuştu.
“Tarih değil, hatalar tekerrür ediyor!“ demiş Sultan II. Abdülhamit. Umarım, “Milli Enerji ve Maden Politikası“ geçmişte yaptığımız bazı hataların tekerrürünü sonlandırır ve Türkiye enerji sektöründe yeni bir çağ açar.
O günleri görebilmek dileğiyle, kalın sağlıcakla…
Motorlu Taşıtlar Vergisi Kanunu’nda değişiklik öngören Kanun Teklifi TBMM’de11 Ekim 202418:03 Bakan Bayraktar, Sırbistan’da enerji iş birliğine yönelik mutabakat zaptı imzalandığını duyurdu11 Ekim 202418:00 Ulusal Taşıt Tanıma Sistemi maliyeti açıklandı11 Ekim 202417:58 Türkiye’nin ilk yerli elektrikli ana hat lokomotifi 2025 yılı Eylül ayında raylara inecek11 Ekim 202417:11 İklim değişikliği hedefleri için yıllık 1,5 trilyon dolarlık yenilenebilir enerji yatırımı gerekiyor11 Ekim 202415:57