‘Bu kadar muazzam bir güç kaymasının tabii ki stratejik sonuçları olacaktır’

ISTRADE 2022’de ikinci gün ‘Dünya Siyaseti ve Enerji’ başlıklı oturumla başladı. Oturumun moderatörlüğünü Katar ve OECD Eski Büyükelçisi Mithat Rende yaparken, Kadir Has Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Öğretim Üyesi Soli Özel oturumda sunum yaptı.

Katar ve OECD Eski Büyükelçisi Mithat Rende

‘BİR DOLAR SİLAHI, BİR DE ENERJİ SİLAHI VAR’

Şimdi burada bir pandemi ile karşı karşıyayız. Ekonomik durgunluk söz konusuydu. Sonra ekonomik canlanma, enerji krizi Avrupa’da özellikle. Daha sonra iklim krizi, yeşil dönüşüm… Bu arada Çin’in yükselişi ve ABD tarafından çevrelenmesi çabaları. Avrupa Birliği’nin yeni stratejik pusulası ve NATO’nun yeni stratejik konsepti ve o konseptin çalışmaları ve tabii sonra da Rusya’nın Ukrayna’yı işgali Ukrayna savaşı. Bu arada İran’la nükleer müzakereler devam etti.

Şimdi Putin’in hesapları tuttu mu, tutmadı mı? Ukrayna’nın beklenmedik direnci, Avrupa Birliği’yle ABD’nin uyguladığı ve Rusya ekonomisini çökertmeye yönelik yaptırımlar. Türkiye’nin izlediği politikalar, Montrö’nün uygulanması…

“AVRUPA BİRLİĞİ’NİN PETROL AMBARGOSU KARARINDA HALA SONUÇLANMAMIŞ MÜZAKERELER DEVAM EDİYOR”

Bu çerçevede Çin’in izlediği politika, Ukrayna savaşı karşısında ve ilginç olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin de kendilerince uygun gördükleri politikalar. Bu savaşın hızlı sonuçlardan bir tanesi; İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerinin gündeme gelmesi ve bence en önemlisi, Almanya’nın silahlanması kararı. Her yıl 100 milyar euroluk harcama yapmak demek, bu da 10 senede 1 trilyon Euro yapar ki bu da çok büyük bir silahlanma demektir. Avrupa Birliği’nin petrol ambargosu kararında hala sonuçlanmamış müzakereler devam ediyor. Avrupa Birliği’nin Rusya’ya olan doğalgaz bağlılığını azaltma kararı. Ve tabii neticede acaba uluslararası ekonomik düzen, nereye gidiyor ve alternetif arayışları var mı? Dolar silahı ve enerji silahı… Yani bir dolar silahı var, bir de enerji silahı var ve bunun temel sorunları; Enerji krizi şiddetlenir mi? Gıda, gübre krizi ve enflasyon.  Avrupa’nın enerji gereksiniminin karşılanması kapsamında Türkiye nasıl bir rol üstlenebilir, bu bir fırsat oluşturur mu Türkiye için?

Kadir Has Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Öğretim Üyesi Soli Özel

‘EKONOMİDE BÜYÜK BİR GÜÇ KAYMASI VAR VE BUNUN SİYASİ SONUÇLARININ OLMAMASI MÜMKÜN DEĞİL’

Bir deri değiştirme dönemindeyiz ve deri değiştirme dönemi de acılı olur. Ama o zaman önceki deri neye benziyordu? Hangi tablodan, hangi tabloya doğru geçtiğimizi anlamak için buna bakmak gereklidir diye düşünüyorum. Şimdi 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılması ile Soğuk Savaş diye tanımlanmış olan dönem fiilen sona erdi. 1991’de de Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla dünya başka türlü bir jeopolitik dengeye geçti. Ne oldu, Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve soğuk savaşın bitmesiyle? Bir kere kapitalizmin karşısında alternatif bir ekonomik sistem kalmadı. Amerika’nın karşısında da ona kafa tutabilecek, onu dengeleyebilecek bir büyük güç kalmadı. E şimdi bu iyi mi kötü mü? Herkesin meşrebine göre değişebilir ama biz dünya olarak kendimizi tek kutupluluk anında bulduk. Yani Amerika’nın mutlak hakimiyetinin ekonomik olarak, siyasi olarak, stratejik olarak ve askeri olarak sorgulanamayacağı bir alanda bulduk. Bu iyimserseniz ‘Amerika dünyayı daha iyi bir yere götürebilir’ diye beklentiler içinde olabilirsiniz ki böyleleri vardı, değilseniz sınırsız bir gücün, frenlenemeyen ya da dengelenemeyen bir gücün dünyanın dengelerini fena halde bozabileceğini düşünebilirsiniz. İkincisini düşünenler aslına bakarsanız haklı çıktılar.Üçüncüsü, alternatif bir ekonomik sistemin kalmaması, kapitalizmin dünya yüzeyine yayılması, yani küreselleşme dediğimiz gelişmenin hızlanması sonucunun getirdiği. Fakat küreselleşmeyi bir üçüncü tanımlama yerine sadece piyasa ekonomisinin dünyaya yayılması şeklinde alıp, oradan kaynaklanan bir şekilde de vatandaşlıkla, tüketiciliği birbirine karıştıran bir dünya görüşü geçtiğimiz 30 yıl içinde hayata bakışımızı tanımladı. Aslında 40 yıllık bir dönem, 1980’lerden beri.

“RUSYA KRİZİNDE ALMANYA’NIN BİR BÜTÜN OLARAK TAVIR ALABİLMESİ AVRUPA AÇISINDAN SON DERECE ÖNEMLİDİR”

Dördüncüsü, 1991 yılına baktığınızda Batılılaşma’nın ya da Batı Uygarlığı’nın evrenselliğinin ve herkesin ona benzemesi gerektiğini düşünülmesi. Bunun da formüle edildiği, sembolü olacak olan yine 1989 yılında yayınlanan Japon kökenli bir Amerikalı siyaset bilimcinin. ‘Tarihin sonu mu?’ yazısıydı. Bu yazıda liberal kapitalist demokrasinin insanlığın kendisine en uygun sistem arayışında son nokta olduğunu anlatıyordu, artık bu arayışı sona erdi. Avrupa kendisini bambaşka bir şekilde tanımlayıp işte ‘biz postmodern evreye geçtik, dünyaya örnek olabileceğiz’ diyerek aslında devletlerin normalde yaptığı bir takım şeylerden kendisini azade kılmaya çalıştığı müthiş bir evrenin içine girdi. Devletler beğenir yapar, beğenmeyip savaşırlar, topa sert girerler. Avrupa Birliği bunları yapmasına gerek olmadığını düşündü çok uzun bir süre. O yüzden Almanya’nın silahlanma kararı ya da bu Rusya krizinde Almanya’nın bir bütün olarak tavır alabilmesi Avrupa açısından son derece önemlidir.

Küreselleşmeden en çok yarışlardan ülke tabii Çin oldu. ‘Çin’in sebatkar hırsı’ bu lafı ben bulmadım, 1978’de Çinliler Komünist Parti’nin yönetiminde kapitalist olmaya karar verdikten sonra kapitalist sistemin bütün kendilerine sağladığı olanakları sonuna kadar sömürdüler. ‘Biz aslında fakir bir ülkeyiz’ diyerek ve Batılıların kibrinden de yararlanarak bir anda dünyanın ikinci büyük gücü olarak ortaya çıktı. Buna da açıkçası batılılar pek hazır değillerdi. Çin’in kaç bin yıllık uygarlığı var hiç öyle Batılı falan gibi olmak gibi de bir derdi yoktu. Rus İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’nda çöktü. Bolşevikler Rus İmparatorluğunu yani başka yönetim altında başka bir ideolojiyi yeniden kurdular. İkinci imparatorluk da 1991 yılında çöktü. Ruslar kendilerini biraz boşlukta buldular. Sonuç olarak Türkiye’de bir imparatorluk bakiyesi bir ülkedir. Rusya’nın da o 90’lı yıllardaki büyük talan ve zayıflama döneminden sonra imparatorluk kaybetmiş olmanın kendisi küçük düşürüldüğüne dair inancı nedeniyle yeniden bir geri dönüş yapacağı ve kendisi dünya sisteminde layık olduğunu düşündüğü yeri arayacağı da beklenmemişti. Ama 90’lı yıllarda Rusya aşağılandı kendi insanları ve yabancı finans şirketleri tarafından talan edildi. Oligark dediğimiz tipler de o dönemde ortaya çıktı. Amerika ise ihtiyatsız bir kendini kandırma içinde hareket etti. Yani ‘ben kadiri mutlağım, ne istersem yapabilirim’ ve bunun ne kadar yanlış bir düşünce olduğu Amerika’nın 11 Eylül saldırılarına verdiği cevap ve Irak işgalinde ortaya çıktı. Sadece çok yanlış bir tepki vermekle kalmadılar, aynı zamanda da kendi başlattıkları kavgada dayağı yediler.

“YÜZ MİLYONLARCA İNSAN FAKİRLİK SINIRINDAN ORTA SINIF SINIRINA GEÇTİ”

Küreselleşme bir takım da sorunlar yarattı. Olumlu tarafı şu oldu; 1850’den 2000 yılına kadar dünyadaki ülkeler arasındaki gelir farkı üç aşağı beş yukarı sabit kalmışken, 2000’den itibaren Çin’in başını çektiği şekilde küreselleşmeye eklemlenmeyi beceren ülkeler gelir seviyelerini artırdılar. Yüz milyonlarca insan fakirlik sınırından orta sınıf sınırına geçti. Kazananlar küreselleşmeye eklemlenmeyi bilen azgelişmiş ülkelerin, işçileri ve işverenleri oldu. En büyük kaybedenler de gelişmiş ülkelerin çalışanları oldu. Ticaret yoluyla, teknoloji nedeniyle ya da daha ucuz yerlere sermayenin gitmesi nedeniyle gelişmiş ülkelerin çalışan sınıfları küreselleşmeden darbe yediler, Marine Le Pen bugün Fransa’da yüzde 42 oy alabiliyorsa Donald Trump Amerika’da başkan seçilebiliyorsa, geçtiğimiz 30 yılda çalışan sınıfların küreselleşmeden yedikleri dayağın bir sonuçtur. Sadece bu değildir ama önemli nedenlerinden birisi budur.

“ÖNÜMÜZDEKİ DÖNEMDE EŞİTLİK İLKESİ ASIL BAŞ İLKE OLACAK VE BÜTÜN SİYASET DÜNYA ÖLÇEĞİNDE EŞİTLİK MESELESİ ÜZERİNDEN YAPILACAK”

‘Gelişmişlerde kim kazandı’ derseniz, en üstünde yer alan yüzde 1 gelirini müthiş arttırdı, Teknoloji işinde olanlar herkesi geride bıraktılar ve çok büyük kazanç sağladı. Daha felsefi olacak, size ne kadar anlamlı gelirse bilemiyorum ama benim düşüncem böyle; Biliyorsunuz modern çağı tanımlayan Fransız devrimidir, onun da üç ilkesi vardır: Özgürlük, eşitlik, kardeşlik. Kardeşi unutabilirsiniz o pek sayılmıyor. Bu küreselleşme dönemi özgürlüğünü, bireyin aktör olarak ekonomik özgünlüğünün ortaya çıkarıldığı ve ideolojik söylemde de özgürlüğün öne çıkarıldığı bir dönemdi. Size iddiam şu ki; Önümüzdeki dönemde eşitlik ilkesi asıl baş ilke olacak ve bütün siyaset dünya ölçeğinde eşitlik meselesi üzerinden yapılacak. Çünkü dünyanın her yerinde eşitsizlikler, toplumların tahammülünün çok ötesinde bir yerlere gelmiş vaziyette. Buna Çin dahil, Hindistan dahil, dünyanın nispeten daha eşitlikçi diye söylenebilecek yegane yeri Kuzeybatı Avrupa. Amerika’sı, Çin,’i, Hindistan’ı falan her tarafta müthiş eşitsizlikler var. Artık nüfusun yarısından fazlasının dünyayı çok yakından takip ederek yaşayan bir dünyada bunun çok uzun zaman sürdürülebilmesi pek kolay olmayacaktır diye düşünüyorum.

Aynı zamanda da biz Batı’nın yüz yıllık mutlak hakimiyetinin de sona erdiği bir dönemdeyiz. Bazılarının sandığı gibi ‘batı öldü’ falan değil ama göreli olarak zayıfladığı ortada. Şöyle rakamlara bakıyorsunuz, 70’lerde Batı dünyadaki üretimin yüzde 56’sını yaparken, Japonya dahil Asya’nın payı hep yüzde 19 olarak kaydedilmiş. 50 yıl Sonra baktığınızda Batı yüzde 37, Asya yüzde 43’e gelmiş. Ancak şimdi coğrafi olarak Avrupa ve Amerika var diyelim. Bir de sistem olarak Batı var ki onun içinde Avustralya, Yeni Zelanda, Japonya, Kore, Tayvan gibi ülkelerine kadar… Bunları bir araya getirip koyduğunuz zaman bunların ekonomik gücü Rusya ve Çin’in üstünde. Ama her şeye rağmen ekonomide büyük bir güç kayması var ve bunun siyasi sonuçları olmaması mümkün değildir. Bu kadar muazzam bir güç kaymasının tabii ki stratejik sonuçları olacaktır. Dünyayı yok ediyoruz. Mesela herkes Amerikalılar gibi tüketse iki buçuk dünya gerekiyor.

“ENFLASYONLA MÜCADELEDE İŞSİZLİĞİN ARTMASINI BEKLEYEBİLİRİZ”

Dünyada eşitsizlik çok artmış. Belki en önemli eşitlik mücadelesi kadınlar tarafından veriliyor. Bu mücadeleye rağmen 30 yıl içinde kadınların toplam gelirdeki payı sadece yüzde 30’dan, ancak yüzde 35’e çıkabilmiş o da büyük bir mücadele alanıdır diye düşünüyorum. İkinci önemli şey de bu önümüzdeki dönemin çok belirleyici bir faktörü olacak; borçluluk. Toplam borçluluk oranı son 40 sene içinde neredeyse dünyanın her yerinde artış göstermiş. İMF’ye göre şuanda dünyanın borcu toplam 226 trilyon. Bu neredeyse dünyadaki toplam üretimin 2 katı. Pandemi sırasında hem özel sektörün hem de kamunun borçları da ciddi oranda yükseldi. Zaten toplam borcun yüzde 99’u kamuya ait. Japonya’nın borcu kendi Gayrisafi Milli Hasılası’nın yüzde 135’i, Amerika’nın yüzde 107, İtalya’da yüzde 136- 150 arasında değişiyor. Uluslararası Finans Enstitüsü 2020 Haziran’ında yani Covid’in yeniden bastırmış olduğu dönemde brüt olarak bunun 362’ye sıçradığını yazmış. Merkez bankalarının parasal politikaları yine zengin kesimin ekmeğine yağ sürmüş. Şimdi Biden gibi aslında son derece ortaya yollu bir Amerikan başkanın, başkan olduktan sonra bir Avrupalı sosyal demokratınkine de benzer politikalar uygulamaya çalışması arka planda bu tablonun bir sonucudur diye düşünüyorum. Fakat başarılı olamadı. Kendi parası içinden hançerlendi bu daha eşitlikçi ya da alt sınıflara daha fazla gelir aktarmaya yönelik projelerini tam olarak hayata geçirmeye muvaffak olamadı. Enflasyon sonunda çalışan sınıflara zarar verecektir. Enflasyonun kendisi de zarar veriyor ama enflasyonla mücadelede işsizliğin artmasını bekleyebiliriz. Kaldı ki zaten bugün ki dönemle geçmiş dönem arasındaki en büyük farklardan birisi şu; 1850’den 1970’lere kadar teknolojik değişim verimliliği de artırarak istihdamın artmasına yol açıyordu.

“UZUN VADELİ YATIRIM AKIŞLARI DA YARI YARIYA AZALMIŞ”

Bugün teknolojik değişimin verimlilikle olan bağı çok zayıf gözüküyor. Bundan dolayı da kaybedilen işlerin yerine yeni işler kolay kolay ortaya çıkmıyor. Krizin en azından gelişmiş ülkelerdeki önemli boyutlarından birisi de bu. Üçüncü trend yavaş yavaş küreselleşmeden ya da bugüne kadar uygulanmış haliyle küreselleşmeden bir dönüş var. Ticarette küresel gelire göre yüzde 5 oranında azalmıştı. Amerika gibi büyürken imalat sanayinin ne kadar önemli olduğunu özellikle Covid sırasında iyiden iyiye keşfetti. Bu da işte sizin de iyi bildiğiniz; tedarik zincirlerinin kısaltılması, değiştirilmesi vesaire tartışmalarını gündeme getirdi. Uzun vadeli yatırım akışları da yarı yarıya azalmış.

“BAŞKAN OBAMA ÇİN’İ DENGELEMEK İÇİN EKONOMİK OLARAK TRANS PACİFİC PARTNERSHİP DİYE BİR SERBEST TİCARET BÖLGESİ KURMUŞTU”

Amerika Birleşik Devletleri, Çin’in gerçekten bir rakip olduğuna uyandığında Başkan Obama Çin’i dengelemek için ekonomik olarak Trans Pacific Partnership diye bir serbest ticaret bölgesi kurmuştu; 12 ülke beşi Amerika kıtalarından, Yeni Zelanda, Avustralya’dan ve 5’i de Asya’dan. Göreve gelir gelmez ilk attığı imza Amerika’yı TPP’den çıkarmak oldu. Bir boşluk oluştu burada. Neden önemli derseniz, şimdi Çin’in komşusu olan bütün ülkelerin aslında Çin’le bir problemi var. Fakat her birinin en büyük ticaret ortağı Çin. Dolayısıyla Obama bu serbest ticaret bölgesini kurarak Çin’in çevre ülkeler üzerindeki ekonomik hakimiyetini kırmak ve bir şekilde dengelemek istedi. Amerika sadece bir Atlas Okyanusu gücü değildir, aynı zamanda bir Pasifik Okyanusu gücüdür. Çin de Receip diye bir örgüt kurdu. Bu yılın başında devreye girdi. Üyeleri dünya nüfusunun yüzde 30’unu temsil ediyor ve bunun üyeleri arasında Çin’in kanlı bıçaklı olduğu Kore gibi Japonya gibi ülkeler var. Son 40 yıl şirketlerle devletler ya da sermaye sınıfıyla devletler arasındaki ilişkide siyaset arasındaki ilişkide gücün ibresini sermayeden yana kurdu. Devletlerin bu kadar borçlu olduğu bir ortamda ve eşitsizliğin bu kadar yakıcı olduğu bir ortamda bana öyle geliyor ki bu denge, devletlerin ya da siyasetin de yine değişecek. Çünkü şunu gördüm bu kadar borçlu devletlerden toplumlar aynı zamanda hizmet talep ediyorlar değil mi? Covid oldu ‘bana doğru dürüst sağlık hizmeti vereceksin, işsiz kalan insan para vereceksin’ diyor. Bu kadar borçlu olan devletlerin bu paraları bir yerden bulmaları gerekiyor. Bulunabilecek tek yer zenginler kaldı gibi bana sorarsanız. Rus Oligarklar’a yapılanların yarın öbür gün paralarını vergi cennetinde tutan batılı ve batılı olmayan kapitalistlere de uygulanabileceğine dair ben kendi kafamda ışık almış gibiyim. Çünkü bir yerde paranın bulunması gerekiyor. Devletler toplumları ile kavga etmeyeceklerse. Batının ideolojik hakimiyeti kırılmaya başlıyor. Batı liberalizmden bahsettiği zaman Afrika’da ya da Asya’da sömürüleşmiş ülkeler ‘biz sizin liberalizminizi iyi biliriz’ diye cevap veriyorlar ve aynı yerden bakmadıkları ortada. Ama bu stratejik olarak Çin’in etrafındaki ülkelerin Amerikan korumasını istemeleri anlamına gelemiyor. Sadece ‘biz senin gibi olmak zorunda değiliz, seninle sadece işbirliği yaparız’ şeklinde daha farklı bir uzlaşma zeminine gelindiğini düşünüyorum.

“NATO ‘BATI’ DEDİĞİMİZ BÜTÜNÜN EN ÖNEMLİ ÖRGÜTÜ”

Şimdi Batı’nın bir krizi de; Trump gibi bir adam geldi ve 4 yıllık başkanlığı sırasında 3 kez ‘NATO’dan çıkalım’ demiş. NATO ‘Batı’ dediğimiz bütünün en önemli örgütü. Amerika çıkarsa zaten bir şey de kalmayacaktır. Rusya Batı’nın o yönde gidişini engellemiş oldu. Batı’daki çatlaklar da Rusya’ya karşı birleşme sonucunda sanki kapanmış gibi gözüküyor ve önümüzdeki dönem yeni bir kurgu dönemi olacak. Tıpkı İkinci Dünya Savaşı sonrasında düzenin kurulmasına benzer, yeni bir kurumsal arayış başlayacak. Gelelim Rusya’nın hamlesine. Memleketimizde nüfusun yüzde 47’si bu savaşı NATO’nun başlatmış olduğu ya da müsebbibinin NATO olduğunu düşünüyor. Fakat Rusya’yı da pek kollamadan bunu söylüyor. Bunun da bir bağlamı var.

“PUTİN’İN TARİHSEL İŞLEVİ, RUS DEVLETİNİ ONARMAKTI”

90’lı yıllarda Ruslar çok itilip kapıldıklarına düşündüler ve imparatorluğu kaybetmenin travmasının da ancak imparatorluğu yeniden inşa ederek kurulabileceği düşündüler. Putin, 99’un sonunda başkan vekili oluyor, 2000 yılında da seçiliyor. Çeçen Savaşı’nı da müthiş bir şiddetle bitiriyor. Putin’in tarihsel işlevi, Rus devletini onarmaktı. Ekonomide nispeten daha düzgün işler bir hale getirerek, Rus orta sınıfını yaratmak ve onu mutlu tutmaktı, bunları başardı. Fakat Rusya’yı toplumun devlet karşısında daha özerk hareket edebilecek bir ülke haline getirecek, ekonomik modernleşme programını yerine getiremedi. Ama 2007 yılında Dünya’nın en önemli güvenlik konferanslarından biri olan Münih Güvenlik Konferansı’na gittiğinde Putin, petrol fiyatlarının da yükselmesi ile Rusya artık Batı’ya kafa tutabilecek konuma gelmişti. 7 Şubat 2007’de bir konuşma yaptı. Dedi ki; ‘20 yüzyılın en felaket olayı Sovyetler Birliği’nin dağılmasıdır. Sovyetler Birliği dağıldığında biz zayıftık, siz de bizi aşağıladınız. Küçümsediniz, canımıza okudunuz, bundan sonra böyle bir şey yapmanıza izin vermeyeceğiz. Biz geri geldik’ dedi. Oradan yola çıkarak da zaten işte acaba ikinci soğuk savaş başlıyor mu falan dendi. Şimdi baktığınız zaman Rusya’nın ekonomisi, İtalya ekonomisi kadar. Rusya’nın nesnel olarak düşüşte ama gerek sahip olduğu nükleer silahlar, gerekse alanının genişliği itibariyle jeopolitik açıdan küçümsenmeyecek bir ülke. 19.yüzyılda olduğu gibi de dünya sistemi yeniden vurgulanırken söz sahibi olmayı istiyor. Putin’in derdi buydu. Bunu yapabilmek için de Avrupa’yı tamamen dışladı, Amerika’ya kafa tutabilmek için de Çin’e yaklaştı. İlginç olan Sovyetler döneminde de bir ara Sovyetler Birliği  ve Çin birbirlerine yakındı. Çin küçük ortak Sovyetler Birliği büyük ortaktı. Bu yeni birliktelikte Çin büyük ortaktır. Dünya ekonomisinin yüzde 19’u, her yıl yüzde 10 artan savunma harcaması, teknolojide yapmış olduğu yatırımlar vs… Ruslar ikinci planda kalacaktı. Dolayısıyla NATO’nun genişlemesi kötü bir fikir olabilir. NATO’nun genişlemesi nedeniyle bugün bu savaşa tanıklık etmiyoruz.. Bugün Rus elitlerinin kendileri ile ilgili görüşleri, alttan bastıran demografik baskı kaygısı nedeniyle kendilerini yapmak zorunda hissettikleri bir şey. Belarus ve Ukrayna diye iki bağımsız ülkeyi tanımak istemiyorlar. Bu milletlerin Ruslar’ın alt dalı olduğunu düşünüyorlar. Rusya’nın demografik düşüşü nedeniyle de Slav nüfusu arttırabilmek için bu ülkeleri de hakimiyetleri altına almaya çalışıyorlar.

“RUSYA BU SAVAŞI KAZANSA BİLE Kİ KAZANMANIN TANIMINI YAPAMADI”

Sonuçlara gelecek olursak; Soğuk savaşın bitiminde kurulan Avrupa güvenlik düzeni yıkıldı bu savaşla birlikte. Bu Avrupa’nın kolektif bilinçaltındaki İkinci Dünya Savaşı travmasıdır. Bu beklenmeyen bir şeydi ve işgal ederek Ruslar bunu uyandırdılar. Avrupa buna ciddi bir şok geçirerek karşılık verdi. Bunun bir sonucu transatlantikle ortalık yeniden canlandı. Sistem bağlamında Batı kendisini tazelemeye başladı. Bana öyle geliyor ki; Rusya bu savaşı kazansa bile ki kazanmanın tanımını yapamadı. Ukrayna’nın yıkılmış şehirlerin enkaz altında Rusya’da kalacak. Savaş bittikten sonra da yaptırımların kolay kolay geri alınacağını ya da daha düşük olacağını açıkçası sanmıyorum. Çin çok hazırlıksız yakalandı! Çıkarlarıyla şu politik jeopolitik tercihleri arasında sıkıştı. Bu arada tabii artık o tek kutuplu dünyada değiliz, palazlanmış çok ülke var. Kendi bölgelerinde söz hakkına sahip olduklarını düşünüyorlar ki Türkiye de bunlardan biri. Rusya’nın işgali sonucu ortaya çıkan durumu Batı’nın kendi içindeki bir mesele olarak gördüler. Bulaşmamayı tercih ediyorlar, Batılılar’la aynı görüşü de aslına bakarsanız paylaşmıyorlar.